YAZ TATİLLERİNİN ESKİ TADI NEDEN KALMADI?

2024’ün yaz günleri medyanın her katmanında Yunan adalarını ziyaret eden Türk vatandaşların tercih nedenlerini ve sonuçlarını tartışmakla geçti. Bütün bu nedenler ve sonuçlar kompozisyonunda mesele, yerli beldelerde, ağırlıklı olarak fiyatlar ve fiyatlara bağlı hizmet kalitesindeki ters orantılılık ekseninde analiz edildi. Zira Yunan adalarında tatil yapanların hemen hepsi fiyat/performans örnekleriyle şaşırtıcı paylaşımlara da imza attı. 2025 yaz günlerinde de Yunan adalarını ya da diğer yurt dışı alternatifleri seçenlerin görece tatmin olmaları üzerinde duracak mıyız? Diğer bir deyişle, Yunan adaları başta olmak üzere yönelimlerini dış hatlara çevirmeyip Türkiye’de tatil yapanların genel mutsuzluğunun kökenini, sürmanşet vurgulanan bütçe- kalite ilişkisinde ya da ilişkisizliğinde aramaya devam edecek miyiz? Eğer kimi yerli/milli menü satırları ile kimi yerli/milli işletmelerin servis/sunum özensizliklerinin, tatilcilerin bahtsızlığını asıl belirleyen faktörler olduğunu iddia etmeyi sürdüreceksek, kolaycılığa kaçıp diğer gerekçeleri ıskalamış olmayacak mıyız? 2000’li yıllar Türkiye’nin köyden kente göçün sosyolojik deviniminden çok kentten kırsala geçişlerin de odağa geldiği zamanlar olarak kayıtlara geçiyor. Taşrada yaşayanların şehir hayatına adapte olmasındaki zorluklar ne orandaysa, metropollerin bunalttığı ve türlü gerilim hatlarıyla psikolojilerini bozduğu şehirlilerin de tatil beldelerinde yakaladığı rahatlığı ‘Şuursuz Özgürlük Alanı’na tahvil etmesi, bugün de aynı oranda tezahür ediyor. Şuursuz Özgürlük Alanı inşa etmeye çalışan şehirlilerin de ilk gençliklerinde kırsaldan göç etmiş öncül nesil olduğunu hatırlayanlar, aslında onların da kentsoylu olmadığını rahatlıkla görebiliyor. Bu arada, işaret ettiğimiz kentsoyluluğu sadece lokasyon üzerinden tarif etmek yerine, ‘Toplum Sözleşmesi’ne gönüllü katılım sağlayan bütün vatandaşlar genelinde etiketleme yaparak kavramsallaştırmayı tercih etmeliyiz. Zira medeniyetin bütün temel unsurları, ancak kent hayatının ideal tahayyülünde kurgulanıyor ve oradan periferiye yayılımını gerçekleştirebiliyor. Fakat Türkiye’de kentleşme disiplini, çarpıklıklar ve yasa ihlallerinin dizginlenemezliği üzerinden çok uzun yıllarını heba ettiği için tüm bu tarifler de kendi içinde manipülasyona uğruyor, uğramakla yetinmiyor güncel hayatımıza her aşamada temas ediyor. Tesis ya da yazlık ev ayrımı yapmadan tatil konseptine dahil olmak isteyen ve bunu deneyimleyen insanlar dün de tek tip değildi bugün de değil. Düne göre ne değişti peki? Cevabı çok açık: Yaşama başka başka motivasyonlarla tutunan insanların hastalıklı bir ‘Rıza’da buluşmuş olması. O rıza da empati yeteneklerini ve yasa koyuculara olan bağlılıklarını silip süpürmüş olanların aksiyonlarına, zorunlu müştereklerden kaynaklanan çaresiz bir toleranstan yükselen boynu bükük bir rıza. Dün, böylesine çaresiz bir rıza kabul edilmiyordu. Bugün ediliyor. Ekonomik ya da kültürel pozisyonları fark etmeksizin metroya binerken inenleri beklemeyi zayıflık olarak görenlerle görmeyenler, kaldırıma araçlarını park etmekten çekinmeyenlerle kurallara uyanlar, nezaketi korkaklık olarak algılayanlarla duruşunu değiştirmeyenler, çevreye duyarlılığı gereksiz hassasiyet bilenlerle bu gereksiz hassasiyette ısrar edenler, temel adabı muaşereti küçümseyenlerle önemseyenler, mücavir alanlarda denetimsiz yaşayacağını sananlarla yasanın hükümlerinden vazgeçmeyenler; -gider bu böyle- tüm zıt uçlarda yaşayan bu insanlar, bir şekilde bir arada tatil yapıyorlar. Sürecin içinde aynı restoranda oturuyorlar, aynı havuza giriyorlar, aynı şezlong cetvelinde dinleniyorlar, aynı yollarda araç kullanıyorlar, aynı teraslarda sohbet ediyorlar, aynı kamusal alanlarda huzuru ya da eğlenmeyi seçiyorlar, aynı otellerden hizmet alıyorlar, aynı teknelerde güneşleniyorlar, aynı iskeleleri kullanıp aynı kumsallara uzanıyorlar, her şey bir tarafa aynı gökyüzüne bakıp aynı zeminlerde yan yana adım atıyorlar. Her birinin hedef ölçeği ve kapsamı farklı olduğu için tüm bu temaslarda karşılıklı rahatsızlıklar ve gerilimler kaçınılmaz bir hal alıyor. Yetmezmiş gibi sosyal medya cinnetiyle yine demografik niteliklerinden bağımsız, görünür olma kaygıları da tatilcilerin stresini çoğaltıyor. 80’li yıllarda istisnasız herkesin ölçülü olduğu, saygının varlığının tartışılmadığı, fotoğraf çekerken bile tevazunun terk edilmediği mekanların yerini bugün çok daha cıvıltılı ve çok daha melodik yeni arenalar alsa da dinginliğin, içtenliğin, paydaşlığın ve sevinç yüklü kahkahaların yerinde yeller estiğini görüyoruz. Yüksek bütçeli oteller olsun, yazlıklar olsun, konforlu trekking destinasyonları olsun, tatillerden eski tatların yok olmasının asıl sebebi işletmecilerin kazanç hırsı ya da ekonomik dalgalanmalar değil, biziz. Görgüyü terk eden, vandallığı cesaret belleyen, kamusal alanı kullanım pratiğine sırtını dönen, tacizi bir güç göstergesi sanan, üstenci iletişim dilini argoya tercüme ederek kuran, yaş almış insanların/hastaların/hasta yakınlarının güvenlik kaygılarına zerre değer vermeyen güruhu bizler besliyor, bizzat o güruhun içine gönüllü olarak türlü egosantrik sebeplerle bizler dahil oluyoruz. Dışarda durduğunu iddia edenler bile bu güruha itiraz etmeyerek, sesini çıkartmayarak, yasal hakları referans almayıp kamu idaresini bilgilendirmeyerek, ihlallere seyirci kalıp tavrını koymayarak yine bu güruhun gayrimeşru ve gayriahlaki performansını büyük bir ikiyüzlülükle beslemiş oluyor. Bu besleme, müşteri/vatandaş kitlelerin banka hesap hareketlerini de endişelerini de bile isteye çoğaltıyor, asgari beklentileri ise kısa sürede buharlaştırıyor. Temel sorun, adisyondaki sodanın fahiş fiyatı değil. Temel sorun, bir mağara adamının sırtına ağda yapmasının onu muteber kıldığını zanneden idrak irtifası. Okan Varol