İLETİŞİM FAKÜLTELERİNİN KEDERLİ YILLARI

5 Mayıs 1990 günü Almanya’dan Magic Box’ın test yayınları başladığında, İletişim Fakülteleri -önceki adıyla Basın Yayın Yüksekokulları- gelmekte olan özel televizyon yayıncılığı furyasına dair yetkin bir öngörü ya da tartışmanın platformu değildi. Dönemin siyasi konjonktürü ile Ahmet Özal, Kemal Uzan ve oğlu Cem Uzan ortaklığı kurgulanmış ve Star 1 televizyonu ile yeni ve geri dönülmez bir sürecin ilk devasa adımının aktörleri sahneye çıkmıştı. Kitleler bu heyecan verici gelişmeleri magazinel heveslerle takip ederken, akademik kadrolar hazırlıksız yakalandıkları aksiyonlara sadece Avrupa Sınır Tanımayan Televizyon Direktifi içeriği üzerinden yaklaşıyor, Türkiye’nin de üyesi olduğu Avrupa Konseyi’nin İfade ve Bilgi Özgürlüğü Bildirgesi referansıyla gelişmeleri okumaya çalışıyordu. Halbuki pratik, tüm bu yasal kalıpların hatlarını zorlayacak kadar hızlı, tekinsiz ve ele avuca sığmaz esneklikte ilerlemeye teşneydi. Özel televizyon kanallarının ilk yıllarında kurucu kadroların tamamı TRT’nin emektar yöneticileri, yapımcıları ve ekran yüzleri üzerinden inşa edilse de yayınların hem içerikleri hem de sunum biçimleri devlet televizyonunun oturmuş çizgisini olduğu gibi reddeden formattaydı. Sanki TRT’nin makam koltuklarında uzun yıllar oturmuş yayıncılar, kendilerinin bile beklemedikleri bir zaman diliminde dahil oluverdikleri özgür yayıncılığı, cendere içinde acı çekerek yıllardır beklediklerini itiraf ediyorlardı. İlk dönemlerin göreceli serbestliği, genel izleyici tarafından heyecan ve coşkuyla karşılansa da muhafazakâr insanların değerlerine ters düşebilecek söylem ve görüntüler de arka planda türlü tartışmalara yol açıyordu. 1994 yılında kurulan RTÜK, süregelen tartışmaların yönünü apar topar değiştirmeye kalkışmamıştı. Çünkü o yılların yönetimi, öncelikle teknik altyapı, lisans ve benzeri aşamalarla ilgileniyor, izleyici şikayetlerini ağırlıklı olarak müeyyide yoluna başvurmadan, istişare yoluyla çözmeye çalışıyordu. Anayasaya göre suç teşkil edebilecek yayınlar zaten bu ilk yılların başat meselesi değildi. Ancak bugün RTÜK, idari para cezasından yayın durdurmaya kadar çeşitli yaptırımları güncellenen yasalardan aldığı yetkiyle rahatlıkla hayata geçirebiliyor. Yayıncı kuruluşlar ve yayıncı kuruluşları denetleyen resmi kurumlar günden güne kapsamlarını, yapısal dönüşümlerini şaşırtıcı bir hızla güncellerken, İletişim Fakülteleri müfredatlarını bütün bu gelişmelerin çok dışında tutmakta, gayretkeş az sayıdaki araştırma görevlisine rağmen maalesef ısrarcı oldu. Türkiye’de akademinin yaklaşımı bu anlamda fazlasıyla insaniydi. Yeniliğe, gelişmeye, evrilmeye reaksiyon gösteren ve rutine sığınmayı tercih eden ‘insani’ tutum üniversitelerin kuruluş ilkeleriyle çeliştiğinden, küçük amfilerdeki yüzeysel sunumlarla tarihi dönüşüm, böylelikle günbegün ıskalandı. Öğretim görevlileri ve öğrencileri adeta seyircilerin arasına karışarak, kendi aralarında mevcut iletişim kuramları üzerinden okumalar yapmanın ötesine geçemeyip, zayıf çıkarsamalarla referans üretme odağını bir türlü inşa edemiyordu. Derslerde haberciliğin vazgeçilmez ilkeleri öğrencilerle paylaşılırken bu ilkelerin artık nasıl yorumlandığına dair hiçbir analiz, eleştiri ve tespit yapılmıyordu. Oysa rekabetin acımasız sonuçları nedeniyle haber merkezleri asparagas verilere temas etmekten çekinmiyor, Reality Show’un bütün unsurlarını pervasızca kullanıyor ve parlamento muhabirleri dahil 5n1k kuralınıı manipüle edebiliyordu. Türkiye’de özel televizyon yayıncılığı, dünyada postmodernizm münazaralarının hararetli günlerine paralel başıbozuklukta ilerlerken, fakültelerin pasif vatandaş rolünü biraz da bu cepheden okumakta fayda var. Zira TRT modernist düşünce kalıplarının bir temsili iken, özgür ve özgürlüğüne dokunul(a)maz yayınlar yapan özel yayıncı kuruluşlar da yapısökümcü yani postmodern dayatmaların temsili olarak evlere konuk oluyordu. Yıllar sonra kervana katılan sosyal medya ve dijital medya olanakları, iletişimci akademisyenlerin tezlerine başlık olmaya devam etse de kavram oluşturmanın önünü açmadı. Post-truth, Yankı Odaları gibi çok sayıda tamlama, çeviri metinlerle literatüre dahil edilmesine rağmen, Türkiye’deki medya dönüşümü üniversitelerin seyir alanından asla çıkamadı. Sadece iktidara yandaş/muhalif ikilemi üzerinden açıklanamayacak mevcut kitle iletişim araçlarındaki katmanlar, her cepheden iletişim fakültelerinin kadrolarına küskün pozisyonunu korudu. Bu aşamada liyakat tartışmalarını hatırlatmak ise fazlasıyla kolaycılık olacaktır. Mesele, tam da liyakat sahibi isimlerin pasifliğine, medya patronlarının tecimsel şuursuzluğunun eşlik etmesiydi. Sayısı arttıkça mezunların iş bulma imkanlarının da daraldığı eğitim kurumlarının yeterlilikleri ve bir süre sonra da varlıkları böylelikle sorgulanır hale geldi. Bu panorama vahametini korurken, Açık ve Uzaktan Eğitim Fakültesi gibi bir yapı, ironiye ironi kattı. AUZEF, ‘medya okur yazarlığı’ için faydalı bir platform olabileceği kabul görse bile tamamen pratiğe yönelik bir alana, yayıncılığa, ‘Remote Control’ uygulamasıyla dahil olmaya çalışmak en hafif tabirle sektörün yöneticilerini tebessüm ettirdi, ettiriyor. Bugüne baktığımızda yayıncı kuruluşlar, ekiplerini kurarken ve personel adaylarını elerken, İletişim Fakültesi mezunu olma kriterini gözetmeyi öncelikli olarak tercih etmiyor. Çünkü biliniyor ki, bu kriterin kuruma artı bir değer katma geçerliliği artık kalmadı. Yabancılaşma o denli büyüdü ki, ne medyanın tüm aygıtları, iletişim fakültelerinin öğretim görevlilerini özel yayınlarına, haberlerine, röportajlarına konuk almayı düşünüyor; ne de iletişim fakülteleri atölye çalışmalarını yeni medyanın aktörlerine açmayı talep ediyor. En hararetli dönemlere denk gelen siyasi seçim haftalarında bile, stüdyoları ya da haber metinlerini iletişimciler değil, anket şirketlerinin yöneticileri dolduruyor. Dolayısıyla mevcut kopukluk, iletişimci olmak isteyen öğrenciler kadar, izleyici/dinleyici/okuyucuların karar verme, anlama ve tahlil etme yetilerine de                                                                                                                                                                                                        geri dönülmez zararlar veriyor. Zira Türkiye’de yayıncılık, kuramsal okuma yapma ve değerlendirme disiplinini unutmaya çoktandır karar vermiş görünüyor. Ana akım medyanın çeperinde konumlanmış, Youtube/instagram influencer’larının, hatırı sayılır etkinliği ise isim bazında geçici görünse de uygulama sahası bazında gücünü uzun süre koruyacağını gizlemiyor. 60’ın üzerinde İletişim Fakültesi, bugün Türkiye’deki yerel ya da ulusal basın yayın organlarına ve internet medyasının alternatifli adreslerine oranlandığında yüksek bir rakam gibi gelebilir. Eğer fakülteler, kuramsal birikimlerini hantallıktan çıkarıp güncel olanla temastan kaçınmazsa, ülkenin düşün/yazın sahalarına da rafine kaynaklar sunmanın önü açılacaktır. Bu haliyle önümüzdeki resim, kural tanımaz troll bir lisanın hegemonyasına teslim olmuşlarla, mevcut lisanı topyekûn reddedenlerin platonik ilişki tıkanıklığını çerçevelemeye devam edecek. Kaldı ki bütün bu şiddetli sirkülasyona Yapay Zeka’nın eklenmesi halinde nelerin yaşanacağına dair erişilebilir bir nesnel yaklaşım linki de ufukta seçilmiyor. Okan VAROL