39,3022$% 0.32
44,9570€% 0.28
52,9693£% -0.2
4.147,84%-0,55
6.724,00%0,36
4088127฿%0.14761
5 Mayıs 1990 günü Almanya’dan Magic Box’ın test yayınları başladığında, İletişim
Fakülteleri -önceki adıyla Basın Yayın Yüksekokulları- gelmekte olan özel
televizyon yayıncılığı furyasına dair yetkin bir öngörü ya da tartışmanın platformu
değildi.
Dönemin siyasi konjonktürü ile Ahmet Özal, Kemal Uzan ve oğlu Cem
Uzan ortaklığı kurgulanmış ve Star 1 televizyonu ile yeni ve geri dönülmez bir
sürecin ilk devasa adımının aktörleri sahneye çıkmıştı.
Kitleler bu heyecan verici gelişmeleri magazinel heveslerle takip ederken,
akademik kadrolar hazırlıksız yakalandıkları aksiyonlara sadece Avrupa Sınır
Tanımayan Televizyon Direktifi içeriği üzerinden yaklaşıyor, Türkiye’nin de üyesi
olduğu Avrupa Konseyi’nin İfade ve Bilgi Özgürlüğü Bildirgesi referansıyla
gelişmeleri okumaya çalışıyordu. Halbuki pratik, tüm bu yasal kalıpların hatlarını
zorlayacak kadar hızlı, tekinsiz ve ele avuca sığmaz esneklikte ilerlemeye
teşneydi.
Özel televizyon kanallarının ilk yıllarında kurucu kadroların tamamı TRT’nin
emektar yöneticileri, yapımcıları ve ekran yüzleri üzerinden inşa edilse de
yayınların hem içerikleri hem de sunum biçimleri devlet televizyonunun oturmuş
çizgisini olduğu gibi reddeden formattaydı. Sanki TRT’nin makam koltuklarında
uzun yıllar oturmuş yayıncılar, kendilerinin bile beklemedikleri bir zaman
diliminde dahil oluverdikleri özgür yayıncılığı, cendere içinde acı çekerek yıllardır
beklediklerini itiraf ediyorlardı.
İlk dönemlerin göreceli serbestliği, genel izleyici tarafından heyecan ve coşkuyla
karşılansa da muhafazakâr insanların değerlerine ters düşebilecek söylem ve
görüntüler de arka planda türlü tartışmalara yol açıyordu.
1994 yılında kurulan RTÜK, süregelen tartışmaların yönünü apar topar
değiştirmeye kalkışmamıştı. Çünkü o yılların yönetimi, öncelikle teknik altyapı,
lisans ve benzeri aşamalarla ilgileniyor, izleyici şikayetlerini ağırlıklı olarak
müeyyide yoluna başvurmadan, istişare yoluyla çözmeye çalışıyordu. Anayasaya
göre suç teşkil edebilecek yayınlar zaten bu ilk yılların başat meselesi değildi.
Ancak bugün RTÜK, idari para cezasından yayın durdurmaya kadar çeşitli
yaptırımları güncellenen yasalardan aldığı yetkiyle rahatlıkla hayata geçirebiliyor.
Yayıncı kuruluşlar ve yayıncı kuruluşları denetleyen resmi kurumlar günden güne
kapsamlarını, yapısal dönüşümlerini şaşırtıcı bir hızla güncellerken, İletişim
Fakülteleri müfredatlarını bütün bu gelişmelerin çok dışında tutmakta, gayretkeş
az sayıdaki araştırma görevlisine rağmen maalesef ısrarcı oldu.
Türkiye’de akademinin yaklaşımı bu anlamda fazlasıyla insaniydi. Yeniliğe,
gelişmeye, evrilmeye reaksiyon gösteren ve rutine sığınmayı tercih eden ‘insani’
tutum üniversitelerin kuruluş ilkeleriyle çeliştiğinden, küçük amfilerdeki yüzeysel
sunumlarla tarihi dönüşüm, böylelikle günbegün ıskalandı.
Öğretim görevlileri ve öğrencileri adeta seyircilerin arasına karışarak, kendi
aralarında mevcut iletişim kuramları üzerinden okumalar yapmanın ötesine
geçemeyip, zayıf çıkarsamalarla referans üretme odağını bir türlü inşa
edemiyordu.
Derslerde haberciliğin vazgeçilmez ilkeleri öğrencilerle paylaşılırken bu ilkelerin
artık nasıl yorumlandığına dair hiçbir analiz, eleştiri ve tespit yapılmıyordu. Oysa
rekabetin acımasız sonuçları nedeniyle haber merkezleri asparagas verilere
temas etmekten çekinmiyor, Reality Show’un bütün unsurlarını pervasızca
kullanıyor ve parlamento muhabirleri dahil 5n1k kuralınıı manipüle edebiliyordu.
Türkiye’de özel televizyon yayıncılığı, dünyada postmodernizm münazaralarının
hararetli günlerine paralel başıbozuklukta ilerlerken, fakültelerin pasif vatandaş
rolünü biraz da bu cepheden okumakta fayda var. Zira TRT modernist düşünce
kalıplarının bir temsili iken, özgür ve özgürlüğüne dokunul(a)maz yayınlar yapan
özel yayıncı kuruluşlar da yapısökümcü yani postmodern dayatmaların temsili
olarak evlere konuk oluyordu.
Yıllar sonra kervana katılan sosyal medya ve dijital medya olanakları, iletişimci
akademisyenlerin tezlerine başlık olmaya devam etse de kavram oluşturmanın
önünü açmadı. Post-truth, Yankı Odaları gibi çok sayıda tamlama, çeviri
metinlerle literatüre dahil edilmesine rağmen, Türkiye’deki medya dönüşümü
üniversitelerin seyir alanından asla çıkamadı.
Sadece iktidara yandaş/muhalif ikilemi üzerinden açıklanamayacak mevcut kitle
iletişim araçlarındaki katmanlar, her cepheden iletişim fakültelerinin kadrolarına
küskün pozisyonunu korudu. Bu aşamada liyakat tartışmalarını hatırlatmak ise
fazlasıyla kolaycılık olacaktır.
Mesele, tam da liyakat sahibi isimlerin pasifliğine, medya patronlarının tecimsel
şuursuzluğunun eşlik etmesiydi.
Sayısı arttıkça mezunların iş bulma imkanlarının da daraldığı eğitim kurumlarının
yeterlilikleri ve bir süre sonra da varlıkları böylelikle sorgulanır hale geldi. Bu
panorama vahametini korurken, Açık ve Uzaktan Eğitim Fakültesi gibi bir yapı,
ironiye ironi kattı. AUZEF, ‘medya okur yazarlığı’ için faydalı bir platform
olabileceği kabul görse bile tamamen pratiğe yönelik bir alana, yayıncılığa,
‘Remote Control’ uygulamasıyla dahil olmaya çalışmak en hafif tabirle sektörün
yöneticilerini tebessüm ettirdi, ettiriyor.
Bugüne baktığımızda yayıncı kuruluşlar, ekiplerini kurarken ve personel adaylarını
elerken, İletişim Fakültesi mezunu olma kriterini gözetmeyi öncelikli olarak tercih
etmiyor. Çünkü biliniyor ki, bu kriterin kuruma artı bir değer katma geçerliliği
artık kalmadı.
Yabancılaşma o denli büyüdü ki, ne medyanın tüm aygıtları, iletişim fakültelerinin
öğretim görevlilerini özel yayınlarına, haberlerine, röportajlarına konuk almayı
düşünüyor; ne de iletişim fakülteleri atölye çalışmalarını yeni medyanın
aktörlerine açmayı talep ediyor.
En hararetli dönemlere denk gelen siyasi seçim haftalarında bile, stüdyoları ya da
haber metinlerini iletişimciler değil, anket şirketlerinin yöneticileri dolduruyor.
Dolayısıyla mevcut kopukluk, iletişimci olmak isteyen öğrenciler kadar,
izleyici/dinleyici/okuyucuların karar verme, anlama ve tahlil etme yetilerine de geri dönülmez zararlar veriyor. Zira Türkiye’de yayıncılık, kuramsal okuma yapma
ve değerlendirme disiplinini unutmaya çoktandır karar vermiş görünüyor.
Ana akım medyanın çeperinde konumlanmış, Youtube/instagram
influencer’larının, hatırı sayılır etkinliği ise isim bazında geçici görünse de
uygulama sahası bazında gücünü uzun süre koruyacağını gizlemiyor.
60’ın üzerinde İletişim Fakültesi, bugün Türkiye’deki yerel ya da ulusal basın
yayın organlarına ve internet medyasının alternatifli adreslerine oranlandığında
yüksek bir rakam gibi gelebilir. Eğer fakülteler, kuramsal birikimlerini hantallıktan
çıkarıp güncel olanla temastan kaçınmazsa, ülkenin düşün/yazın sahalarına da
rafine kaynaklar sunmanın önü açılacaktır.
Bu haliyle önümüzdeki resim, kural tanımaz troll bir lisanın hegemonyasına teslim
olmuşlarla, mevcut lisanı topyekûn reddedenlerin platonik ilişki tıkanıklığını
çerçevelemeye devam edecek.
Kaldı ki bütün bu şiddetli sirkülasyona Yapay Zeka’nın eklenmesi halinde nelerin
yaşanacağına dair erişilebilir bir nesnel yaklaşım linki de ufukta seçilmiyor.
Okan VAROL
Komedi ve aksiyon türündeki “Mahşerin Üç Delisi” vizyona giriyor